Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil...

Yayın Tarihi: 03/08/23 07:00
okuma süresi: 11 dak.

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları onlar.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da size ait değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde saygıyla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.

En ünlü kitabı Ermiş, 68 kuşağı gençliğinin el kitabı haline gelen, Rodin’in "20.yüzyılın Blake'i" olarak nitelendirdiği, eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandıran, ailesinin yoksulluğu nedeniyle resmi bir eğitim alamayan, yakalandığı siroz ve tüberkülozdan kurtulamayarak 48 yaşında yalnızlık ve yoksulluk içinde ölen Lübnan asıllı Amerikalı ressam, şair ve filozof Halil Cibran’ın (Khalil Gibran) bir şiiri ile başlamak istedim.

Halil Cibran, gerçekten de ruhban sınıfını acımasızca eleştirmesi bakımından, on dokuzuncu yüzyıl şairi Blake ile benzerlik gösterir. Tüm yaşamı boyunca ruhban sınıfına karşı çıkmış olan Halil Cibran, Hristiyan olmasına karşın insanlığı bir bütün olarak düşünmüştür.

“Çocuklarımız, bizim aracılığımızla geldiler ama bizden gelmediler ve bizimle birlikte olsalar da bize ait değiller.”

Peki bize ait olan nedir?

Aşk mı?

Şöhret mi?

Eşler, çocuklar, kantar kantar yığılmış altın ve gümüş, salma güzel atlar, etinden ve sütünden yararlandığımız hayvanlar ve ekinler mi?

Yoksa az aşk, biraz şöhret çok da servet mi?

Bize ait olduklarını sandıklarımızın çokluğu mudur gerçek zenginlik?

Eğer ben sahip olduklarım isem ve sahip olduklarımı kaybettiysem, kimim ben sorusunu soran ünlü filozof Eric Fromm “Sevme Sanatı” adlı kitabında çok şeyi olanı değil, çok vereni zengin olarak tanımlar. Ona göre bir şeyi yitirmekten korkan istifçi ne kadar çok şeyi olursa olsun, ruhbilim dilinde yoksul ve yoksun bir kişidir.

Ancak kendinden bir şeyler verebilen kişi zengindir. Başkalarına kendinden bir şeyler verdiğini hisseder.

Ancak yaşamaları için gerekli gereksinimlerinden başka bir şeyi olmayanlar maddi şeyler vermenin sevincini yaşayamazlar.

Ne var ki günlük deneyimlerimiz, kişinin en alt sınırda gerekli gereksinim dediği şeyin, onun serveti kadar, kişiliğine de bağlı olduğunu göstermektedir.

Yoksulun, zenginden daha fazla verme eğilimi taşıdığını hep biliriz.

Ama belli bir noktanın ötesinde yoksulluk vermeyi olanaksız kılmaktadır.

Bu durum, kişiye sadece doğrudan acılar verdiği için değil, aynı zamanda yoksulun elinden, verme sevincini aldığı için de onur kırıcıdır.

Hepimiz bir çoğaltma ve yığma için ihtirasla çırpınma ve maddeler dünyasındaki zenginlik yarışı içerisindeyiz.

Hepimizde farklı derecelerde, gece gündüz süren “çoğaltma ve yığma yarışı” ve “çok gösterme çabası” vardır.

Bir açgözlülük saplantısı içindeyiz mezarlarımıza girinceye dek.

Açgözlülük, insanın bütün düşüncelerini ardı arkası kesilmeyen bir telaş içine hapseden doyumsuz bir hırstır. Şiddetli ve uzun ömürlü bir istektir.

Açgözlülük, insanın;

Daha çok konfor.

Daha çok maddi servet.

Daha çok otorite için çırpınma saplantısını ifade eder.

Mezarlarımıza girinceye dek, mal, mülk, evlat, makam, mevki ve şan-şöhret ve eşlerin çokluğu ile övünüp duruyoruz.

Hepimizin boyunlarına binen ifrit; kamçısını tam yüreklerimizin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyor bizleri.

Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar, ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştır.

Bilim insanları, biyoloji ve kimya gibi bilimlerin ilerlemesiyle hem toprağın hem de insan vücudunun analitik incelemesi yapıldı. Bu incelemeler sonucunda insan vücudunun içerdiği maddeler ile toprağın içerdiği maddelerin tamamen aynı olduğu anlaşıldı.

Bu maddeler alüminyum, demir, kalsiyum, oksijen, silikon, sodyum, potasyum, magnezyum, hidrojen, klor, iyot, manganez, kurşun, fosfor, bakır, gümüş, karbon, çinko, kükürt ve azottur. Amerika’daki bir kimya bürosunun yaptığı analize göre insan vücudunun %65’i oksijen, %18’i karbon, %10’u hidrojen, %3’ü azot, %1,5’u kalsiyum, %1’i fosfor, geri kalanı da diğer elementlerdir. Bu temel maddelerin New York Borsasındaki bugünkü değeri yaklaşık 4,5 dolar, yani 125 TL.

Evet, tam tamına 4,5 dolar. İşte böbürlendiğimiz bizim, yani insanın maddeler dünyasındaki temel malzemesinin fiyatı.

O yüzden bir an önce kendimizi beğenmişliğimizi fark edip ve bunun bizleri yetersizliğe sürüklediğini görmemiz elzemdir.

Sosyal adaletsizlik ve yoksulluğu ortadan kaldırmak istediği için öldürülmüştü Che Guevara.

Peki sosyal adaletsizlik ve yoksulluk bitti mi?

Hayır bitmedi.

Gezegende sosyal adaletsizlik ve yoksulluktan dolayı açlık çeken insanların sayısı hızla artmaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler, 2030 yılına kadar açlık sorununu tümüyle ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Ancak bu hedefin gerçekleşmesi hayli uzak bir ihtimal olarak görülüyor.

Peki neden bitmedi?

Ve neden bitmiyor?

Daha çok Sefiller adlı romanı ile bilinen Fransız düşünür Victor Hugo’nun da söylediği gibi “Siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz. Biz ise, ortadan kaldırılmış yoksulluk. O yüzden anlaşamıyoruz.”

Dünyadaki yoksulluğun kök sebebi Kenz’dir.

Yani, bencilce yığma ve biriktirme hastalığıdır.

Bu anlamda açgözlülük, özellikle aşırı derecede para sevgisi olarak da tasvir edilebilir. Her türlü kötülüğün bir alt kökü de aşırı para sevgisidir aslında.

Halbuki, Romalı Stoacı filozof Seneca’ya göre “Para gerçek zenginlik değildir. O sadece ihtiyaçların giderilmesine vasıta olduğu için değerlidir. Bir çölün ortasında hararetten yanan bir insan için birkaç damla soğuk su, bir torba altından çok daha değerlidir.”

Zorunlu ihtiyaç fazlası olan her türlü değerin bencilce yığılması ve biriktirilmesidir.

Zira insan, kendi zorunlu ihtiyacından fazlasını alması durumunda başkasının hakkını gasp etmiş olur.

Çünkü birileri aşırı derecede yokluk çekmeden başkalarının aşırı derecede zenginlik elde etmesi mümkün değildir.

Kenz, üretime, istihdama, ticarete katılmayan bankada, yastık altında, kasada tutulan zorunlu ihtiyaç fazlası her türlü değer; para, altın, gümüş, döviz, mal, mülk demektir.

Bencilce yığma ve biriktirme hastalığı servette olabildiği gibi bilgide ve gücün merkezileşmesi yani temerküz etmesi ile devletlerde de olabilmektedir.

Her kim insanlar üzerinde servet, bilgi, iktidar tekeli oluşturuyorsa, bencilce yığıyor ve biriktiriyorsa işte bunlardır devrin zalimleri.

Her devrin zalimleri vardır.

Fakat unutulmaması gereken zalimlerin çarkının, cahillerin çalışmayan kafalarıyla döndüğüdür.

Devrin zalimlerini servet yığmaları ve biriktirmeleri, güç kullanarak gezegenin hazinelerine hortum bağlamaları ile tanıyabilirsiniz, gün gibi ortadadırlar aslında, görebilenler için.

Uluslararası yardım kuruluşu Oxfam’ın yıllık küresel gelir eşitsizliği raporuna göre dünyadaki 2 bin 153 milyarderin sahip olduğu servet 4 milyar 600 milyon kişinin toplam gelirinden fazla. Bir başka deyişle, dünya üzerindeki milyarderlerin serveti dünya nüfusunun 60%'ının toplam servetini aşıyor.

Her kim(ler) bunları yapıyorsa devrin zalimleri bunlardır.

Halbuki, ihtiyacımızdan fazla olan her şey zehirdir. Güç, yiyecek, ego, hırs, kıskançlık, öfke, korku, kendini beğenmişlik ve hatta iyi niyet ve işte bunların hepsinin fazlası zehir.

Gezegende her 10 saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor.

Siz bu makaleyi okuyana kadar muhtemelen 60 çocuk daha açlıktan ölüyor olacak.

21. yüzyılda çocukların açlıktan ölüyor olması kabul edilemez.

Bu çocuklar bize ait değiller diye onların yaşama haklarını ellerinden almayı hak mı görüyoruz?

Gezegen’de herkese yetecek, fazlası ile para vardır. Ana sorun adil dağıtımdadır.

Doğa Ana, eğer adil dağıtılabilseydi, gezegende yaşayan yaklaşık 8 milyar insanın her birine aylık 970 Amerikan doları değerinde aylık maaş sağlamaktadır.

Mücadele, ihtiyaçtan fazlasını biriktiren ve gücü merkezileştiren devrin firavunlarına karşı olmalıdır.

İnsanoğlu, paranın kontrolünü elinde tutan zamanın firavunlarına karşı boyun eğmeden mücadele etmedikçe tamamen adil, eşitlikçi ve özgür olan bir refah gezegenini tasarlaması mümkün değildir.

Asıl mücadele edilmesi gereken gezegenin tüm kaynaklarını kendi çıkarları için sürekli sömüren İnsan Akbabalar değil mi?

Evet, ekonomik eşitsizlikleri kaldırmak için devrim şart.

Tek ihtiyacımız olan şey açgözlü zalimlerin karşısında göstermemiz gereken cesaret.

Çocuklarımız dahil, hiçbir şeyin bize ait olmadığı bu evrende, insanoğluna ait tek şey iyiliktir. Yapmamız gereken ateşin ve toprağın yiyemediği tek şeyi, yani iyiliği çoğaltmak.

Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmaz’laştıranlardır sözünün de sahibi Cemil Meriç’in iyilik ile ilgili efsane bir sözü var: “İyilik eden, mükafat bekliyorsa, tefecidir.”

İyilik eden, ödülünü insanlardan beklemesin.

Dünyayı iyileştirmeyen insan ne işe yarar?

NEMO VIR EST QUI MUNDUM NON REDDAT MELIOREM.


Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Kıbrıs Postası’nın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.