AKSA, elektrik, gereklilik ve çeşitli absürtlükler…
Son bir haftadır makale yazma konusunda elektriğe takılıyorum. Yani hem fiziksel anlamda kesintinin sebep olduğu teknik konulara, hem de konunun genel olarak vardığı absürt noktalara takılıp kalmış durumdayım. Teknik kısımdakileri dünyevi olaylar olarak görüyorum ama işin diğer absürt tarafı cidden çok karışık.
Absürt kelime olarak ‘bir olayın gereğinden fazla abartılması’ olarak tanımlanır. Gündelik kullanım dilinde ise ‘saçma bir olayın abartılması’ olarak geçer.
İşte son bir haftadır yaşananlara baktığımda olanları absürt olarak tanımlıyorum. Yani abartılmış saçmalıklar. Ancak saçmalık olarak andığım sadece konunun güncel tarafları değil, bu sürecin başlangıcından bu yana geçen diğer tartışmalardır da.
Güncel saçmalıklardan bakacak olursak, Perşembe günkü olağanüstü oturumu hepimiz canlı yayında izledik. Hiç beklenmedik bir şekilde tam zamanında, yani saat 10.00’da başlayan oturum, muhalefet ile hükümet arasında atışmalarla sürerken, dışarıda da halkın çok fazla destek vermediği, CTP’nin toplayamadığı ve genel olarak sendikal kalabalıktan oluşan öfkeli bir topluluk vardı.
Arada Erhan Arıklı’nın gündelik provokasyonlarıyla gerginleşen oturum, KTAMS’ın ‘stenolar yine ek mesaiyle kalmayacak, 17.30’da görevi bırakacak’ açıklamasıyla birlikte geçen Pazartesi yaşanan olayın tekrarı noktasına geliverdi.
Nitekim stenocular saat tam 17.30’da gün boyu süren disipline verme ve diğer tehditlere rağmen yerlerinden kalktı. Onlar kalkınca Meclis Başkanı Zorlu Töre -bana göre biraz da aceleci bir isteklilikle- oturumu kapattı. Yani gizli ve belli muhalefetin yapamadığı şeyi stenocular yaptı! Böyle absürtlük olur mu?!
Benim bütün bu olaylardan anladığım şey şu: Hükümet içinde kamuoyunda ‘AKSA Yasası’ olarak da bilinen yasaya karşı çıkan gruplar var. Yoksa Kıbrıs Türk Ticaret Odası (KTTO) gibi son dönemde iyice hamaset kesimlerinin etkisine giren ve sermayeyi temsil eden bir oluşum bu yasanın ‘sakıncalı’ olduğuna dair açıklama yapmazdı. Yine bu konuyla ilgili Ersin Tatar elektrikten önceki büyük tartışma konusu olan bir konuyu, yani maaş kesintilerini ‘gerekçesiz’ olarak imzalamayıp, meclise geri havale etmezdi. Savımı bu gelişmelere dayandırıyorum.
Dolayısıyla oturumun yarıda kalmasıyla birlikte UBP içinde ‘oh’ diyenlerin olduğunu biliyoruz. Eğer oturum yarıda kalmayıp da oylamaya geçilseydi ‘oh’ deme yerine mecburi şekilde parmak kaldırıp ‘ah’ diyeceklerdi, bunu da biliyoruz.
Oturum sonrası muzaffer komutan edalarıyla meclis merdivenlerinden dışardaki kalabalığa alkış tutan muhalefetin de ‘oh’ dediğini biliyoruz.
Yoksa stenolar kalkmasaydı, konuşa konuşa nefes tüketmekten ve oylamayı ‘legalize’ etmekten başka bir işe yaramayan muhalefetin bu yasayı engellemesi mümkün değildi.
Konunun diğer absürt taraflarına geçmeden, bir devlet düşünün, hayati bir konu tartışılırken, meclisin teknik hizmet sunan bir parçası öyle ya da böyle bir sebeple oturumu terk etsin ve halk iradesiyle siyaset yapmaya gönderilenler bu görevi yapamasın! Böyle bir devlet uygulaması olmaz, hatta hep yapılan benzetmedeki gibi ‘Afrika kabilelerinde’ bile olmaz!
Ancak hükümet içi muhalefet ile düz muhalefetin bu mücadelesinin varacağı olumlu bir nokta olabileceğini göremiyorum. Muhalefetin yapacağı konuşmaların bir tükenme noktası var. Ayrıca eylemde bulunan stenocuların da bir dayanma noktası olacağını biliyoruz ve bu da insani bir boyut olacak. Hükümetin içinde karşı çıkanların ise son kertede mecburen parmak kaldıracaklarını düşünüyorum. Hele de ben bu satırları yazarken ‘müjdesi’ verilen Recep Tayyip Erdoğan’ın 18 Nisan’da yapacağı ziyaret yüzünden herhangi bir ‘çatlak’ sesin çıkabileceğini hiç düşünmüyorum.
Dolayısıyla normal şartlarda bu yasanın engellenmesi için bir yol pek yok. 18 Nisan ziyaretinin de bu noktada bir başka baskı unsuru olacağı da çok açık.
Peki, tüm çabalara rağmen bu yasa geçip, sözleşme uzatıldığında ne olacak?
Bu soruyu geçen hafta programıma konuk olan CTP lideri Tufan Erhürman’a da sordum. Bunun olması, yani iptal için büyük tazminatlar ödenmesi gerektiğini söyledi. Ben de bir yolu olmalı diye üstelediğimde, ‘şimdi kopya vermeyim ama imzalayanların ‘yeterliliği’ konusunu üzerinden gidilebilir’ gibi oldukça muğlak bir cevap verdi. Halbuki Kıbrıs Türk halkını açıkça zarara uğratanların imzaladığı zararlı bir anlaşmanın bedeli ne olursa olsun iptal edilmesi gerekirdi diye demesini beklerdim.
Oturum sonrası yaptığı açıklamalardada, ‘imza ederseniz iktidara geldiğimizde iptal ederiz’ diye bir cümle kurmayarak, bunun yerine standart ‘cek-cak’ siyasetçisi görüşlerini yazdı. Nedir onlar? Efendim, Kıb-Tek özerk olacak, yatırım yapılacak gibi kendi iktidarlarında da pek yapılmayan şeyler. Hep söylendiği gibi ‘gerekli’ yatırımlar yapılsaydı bugün AKSA’ya kolayca ‘sağol yeğenim, istemiyoruz’ dememiz gerekmez miydi? Yok öyle bir dünya.
Öte yandan AKSA ile ilk sözleşme, 2000’de UBP-TKP döneminde ‘düz’ şekilde yapıldı. Ardından ‘alım garantili’ bir şekilde önce 2004, sonra da 2009’da CTP Başbakanlığındaki hükümetlerde imza edildi. Sonra iktidar değişti. CTP, 2013’te yine iktidarın büyük ortağı olarak geri geldi ve seçim bildirgelerinde de olmasına rağmen Kıb-Tek ile ilgili bir adım atmadı. 2016’da iktidardan giden CTP, 2018’de dörtlüde yine Başbakan olarak geldi ama yine atılan bir adım yoktu.
Makalenin konusu absürtlük ya, o zaman bende ‘saçma’ sorular sorayım: Böylesi bir sözleşmeye imza atan parti yıllar içinde bu sözleşmenin biteceğini ve tekrardan uzatılacağını bilmesine rağmen niye adım atmadı? Zamanı mı yoktu? Atla deve değildi, şak diye yasal düzenleme yapılabilirdi.
Peki gerekli irade mi yoktu yoksa? O zaman niye önce iddia ortaya gelip, iktidara gelince de duruyorsunuz? Birileri mi engelliyor?
Bir de niye ‘iptal edeceğiz’ demiyorsunuz? Maziden kalan ya da gelecekte olması muhtemel bir şeyden mi korkuyorsunuz?
O gün yani 14 yıl önce attığınız imzanın bu topluma ödettiği bedeli kabul ediyor ve pişmanlık içinde olduğunuzu varsayıyorum. Yani şimdi uzatılmasına karşı çıktığınıza göre bu böyle olmalı. Fakat insan ister istemez düşünüyor, acaba bugün hükümet CTP, muhalefet de UBP olsaydı, bu sözleşmeyi biz nasıl ve hangi yönden tartışıyor olurduk?
Mesela 7 Ocak 2018 seçimlerinden sonra CTP başkanlığındaki koalisyon hükümetinin ilk Bakanlar Kurulu kararı, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)’ya kıta sahanlığında yapılacak doğal zenginlikleri arama çalışmalarıyla ilgili verdiği 2012 tarihli lisansın 6 yıl daha uzatılması kararı olduydu. Şimdi ‘ne alakası’ var diyenler olabilir. Var.
Çünkü orada da ‘gereklilik’ vardı, burada da ‘gereklilik’ var. Orada dış siyasetin iki devletli çözüm yönünde inşa edilmesiyle ilgili (Koalisyonun ortaklarından CTP ve TDP’nin tezlerine taban tabana zıt) ‘gerekli’ bir pozisyon vardı, burada ise enerji devamlılığı ve kablo konusunda bir ‘gereklilik’ var.
Geçtiğimiz gün Kıbrıs Postası’na konuşan 2009 anlaşmasının imzacısı dönemin CTP’li Maliye Bakanı Ahmet Uzun, ‘sözleşmeyi imzalamak zorundaydım’ diyor. Bugünün hükümeti de ‘napalım, elektriksiz mi kalalım, sözleşmeyi imzalamak zorundayım’ diyor. Bu bağlamda yok bir farkları!
Bir not düşecek olursam, 2009 AKP’si ile 2023 AKP’si felsefesi arasında dağlar kadar fark olduğunu kabul ediyorum. KKTC-TC ilişkilerinin şu andaki ‘sıfırdan aşağı’ hali de yoktu, evet. Ama en azından sosyalist olduğunu iddia eden bir partinin, özel bir şirkete böyle bir imtiyaz sağlaması kabul edilebilir bir durum değildir. Aynı mevzu GSM anlaşmaları için de geçerlidir. Kendi ideolojik kriteriyle taban tabana zıt bu adımların açıklaması ‘alt-üst’ ilişkisiyle ancak açıklanabilir ve burada da meşru bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Absürtlük normal bir demokraside yaşadığımızı düşünenlerin halidir.
Nihayetinde çeşitli absürtlüklerin sıralamakla geçirdiğim bu makalenin sonunda diyeceğim şu ki, ister CTP olsun, ister UBP olsun, isterseniz de ben olayım, bu yapıda, bu mecliste, bu düzende, ‘üst yönetim’ yani Türkiye ne isterse onu yapmak zorundayız.
Onlar ‘yapacan’ der, bizler de ‘yaparız.’ Yaptıktan sonra da ‘napalım, emir büyük yerdendi, yaptık’ deriz. Eğer konu talimatın nasıl ve ne şekilde verildiği meselesiyse bilin ki bu da zaten nüans olmaktan ileri gitmez.
Ha kibarca, ha hoyratça, ne fark eder zaten?
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.