Şu “Kıbrıs Türk Devleti” işi…Ya da adı her neyse..
Önce Devlet Bahçeli buyurdu: “Artık KKTC demeye gerek yok, Kıbrıs Devleti demek gerek.”
Ardından Hakan Fidan konuştu: “Kıbrıs Türk Devletini tanıtmak için elimizden geleni yapacağız.”
Bu iki Türkiye üst düzey yetkilisinin peş peşe açıklamalarını görünce, ben de kendi sosyal medya hesabımdan sordum: “Hayırdır, devletin ismi mi değişti? Değiştiyse söyleyin de bilelim?”
Fakat işin aslını benim gibi KKTC denilen devletin güya en tepesinde oturan isim, yani Ersin Tatar da bilmiyor. Çünkü Türkiye basınına konuşan Tatar “Bahçeli’ye bize sahip çıktığı için teşekkür ederim” diye şükran çektikten sonra işi daha da karıştıracak şekilde konuşarak şöyle dedi: “Artık bu işin kuzeyi, güneyi kalmadı, Kıbrıs'ta bir devlet vardır, o devlet Türk devletidir, Kıbrıs Türk devletidir, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'dir."
Hoppala! Elimizde 3 tane yeni devlet ismi var:
1-Kıbrıs Devleti
2-Kıbrıs Türk Devleti
3-Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Bu 3 ‘proje’ devletin tek ortak özelliği, şu an KKTC devletinin başında oturan şahsiyetlerin hiçbirinin karar verici pozisyonda olmamasıdır.
Bunu bir kenara bırakıp, 3 isim arasından en ünlü olanını yani “Kıbrıs Türk Devleti” meselesini ele alacak olursak, bu kavramın yeni olmadığını söylemekle işe başlayabiliriz. Çünkü bu isim Annan Planı eğer kabul edilseydi, bugün yaşayacağımız devletin adı olacaktı. Tanınmış, Real Madrid’le maç yapan, Londra’ya direkt uçan devletin adı…
Olmadı ve biz karanlığa gömülü bir şekilde kaldık. Ama benim esasen diyeceğim şey o değil.
Özellikle Sol cenahta sık sık tartışılan bir olgu vardır: Biz neden Annan planının ertesi günü Kıbrıs Türk Devletini dünyaya ilan etmedik?
Öyle ya, neden? Tamam, Rusya’nın BM GK’da ‘Annan planının uygulanması tasarısını veto etmesi’ bir gerçekliktir ama bana göre en temelde yatan sebep, bu adanın kuzeyinde herhangi tanınmış bir yapının kimse tarafından istenmemesidir. Bugün de görüşüm aynıdır.
Gerçekten de referandumda evet deyip tüm dünyanın desteğini ardına alan, yönetici kadrosu olarak çözümü savunan bir cenahın olduğu-Rauf Denktaş pasifize olmuştu- bir toplum neden bu adımı atamadı?
Çünkü bütün mevzu 2004 Aralık ayında Türkiye’nin AB’den alacağı ‘tam üyelik müzakerelerinin başlatılması’ kararı üzerine dizayn edilmişti de ondan. Nitekim Kıbrıs Türk tarafı 2004 Nisan ayından Aralık ayına kadar geçen o çok değerli süreyi büyük bir sessizlik ve hareketsizlik içinde AKEL’e nefret kusarak geçirdi. Hatta ondan sonraki 4 koca yılı da. (2008 Talat-Hristofiyas görüşmelerine kadar)
Kıbrıs Türk toplumun en büyük travmalarından birisi olan Annan referandumu, sonrasında çözümsüzlük cephesinin en büyük silahına dönüşerek, “Rumlar çözüm istemez retoriğine” dönüştü, üzerine bir de Crans Montana faciası yaşandı.
Arada bu Kıbrıs Türk Devleti tartışması zaman zaman alevlendirilerek, sağ cenahın kullandığı bir mevzuya dönüşerek bugünlere geldi. Hatırlıyorum da 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin son haftasında dönemin Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu da bu konuyu dillendirmişti. Kimse dikkate almadı.
Yine ondan sonraki Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Crans Montana sonrası ‘başkanlık sistemi’ konusunu gündeme getirmeye çalıştığında yine aynı söylemler etrafta dolaştı ama beklenen etki ortaya çıkmadı.
En nihayetinde geldiğimiz noktada, Hakan Fidan’ın açıklamasının ardından Kıbrıs Türk siyasetinin temsilcileri de görüşlerini ortaya koymaya başladı.
Tatar’ın bu konudaki açıklaması ciddiye alınacak kadar değerli değil. Zira kendisinin ifadesiyle “artık kuzey-güney yok” demesi, tam bir şaka gibidir. Öyle ki BM’nin 186 sayılı hala geçerli olan kararına göre adanın yasal yönetimi Kıbrıs Cumhriyeti’dir. Ona “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” sıfatın yakıştıran, 1983’te KKTC’yi kurarak bu kez de “kuzey” tanımlamasını bulan, Tatar’ın mensubu olduğu cenahtır. Yani adanın “kuzey-güney” diye bölünmesini savunan cenah. Bu durumda kendi koydukları coğrafi terminolojiyi sanki başkası koydu da kaldırıyorlar, zincirlerden çözülüyorlar havası şaka değil de nedir?
Konuya Tatar gibi değilse de başka bir şaka noktasından yaklaşan kişi de Serdar Denktaş’tır.
Haberler sonrası bir ileti paylaşan Denktaş “Kıbrıs Devleti” ismini ele alıp, “Bu durumda bundan sonra Kıbrıslıyım diyenlere ‘Rumcu’ denilemeyecek” demiştir. Doğrusu haklı. Ha bir de ‘KKTC anayasası nasıl değişecek?’ diye sormuştur. Bence çok meraklanmasın çünkü bu değişiklik konusunda bayağı hevesliler bulunacaktır diye düşünüyorum. İhtiyatlı açıklamalar bana göre buna işarettir.
Mesela konuya ‘ihtiyatlı’ bir şekilde yaklaşan federal Kıbrıs savunucusu CTP’nin önde gelen isimleri, Kıbrıs Türk Devleti’nin KKTC’den farksız olacağını çünkü 186, 541 ve 550 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararlarında adada başka bir devlet ilan edilemeyeceğini söylediler. Gayet doğru.
CTP yetkililerinin bir diğer çekincesi (ve direk karşı çıkmamasının) sebebi ise olur da kurulursa, yeni devlet içinde siyaset yapamama korkusundandır diye düşünüyorum. Bir yandan kurulacak olan yeni devletin akıbetinin ‘tanınmama’ olacağının altını çizerlerken, diğer yandan da bunun bir takım ‘win-win’ ya da başka formüllerle kazanıma dönüşebileceğinin işaretlerini vermektedirler.
Bunun sebebi, 14 Kasım 1983 günü Silihtar’da yaşanan o malum gecenin ortaya çıkardığı durumdur. Çünkü o gece dönemin Kıbrıslı Türk siyasi partileri saraya çağırıp, cumhuriyet kuracağını açıklayan Rauf Denktaş “kurulacak olan bu devlete karşı çıkanlar o devletin içinde siyaset yapamayacaktır” demiştir. Bu yüzden CTP’si, TKP’si ve diğerleri ertesi gün mecliste ayağa kalkarak onay vermek zorunda bırakılmışlardır.
Yani bana sorarsanız, tabii farazi konuşuyorum ama, olur da böyle bir yola girilirse, aynı partilerin bugünkü temsilcilerinin bu tehlikenin farkında olduklarından dolayı ‘retçi’ değil de ‘ihtiyatlı konuşmaları bundandır.
Ha daha da farazi konuşacak olursam, yarın öbür gün işler ciddiye girerse, hep birlikte bu devletin anayasası için çalışacaklarına, hatta KKTC’nin kuruluş bildirgesindeki ‘federasyon’ kavramının ortadan kaldırılmasına da boyun bükeceklerini, bütün bunları siyasi gelecek için yapacaklarını söylersem bana kızacaklar belki ama söyleyeyim.
Bunların dışında bu ilanla birlikte neler olabileceğine dair en somut şeyleri söyleyen HP lideri Kudret Özersay olmuştur.
Hoca Kıbrıs Türk Devleti iddiasıyla birlikte, TDT tam üyeliği için birtakım adımlar atılabileceğini, bunun ilanıyla birlikte, KKTC’yi yasaklayan 541 ve 550 sayılı kararların etrafından dolanılmasından bahsediyor. Soru olarak tabii. Yine hoca, böylesi bir ilan karşısında BM Güvenlik Konseyi’nin tekrardan ‘tanımama/kınama çağrısı’ almak için (KKTC yok ya artık) harekete geçtiğinde bu kez Rusya’nın (Ukrayna savaşı ve değişen küresel dengeler nedeniyle) bunu ‘veto’ etme yoluna gidip gitmeyeceğini soruyor.
Annan Planının uygulanması kararını veto eden, yani o zaman bir anlamda Kıbrıs Türk Devletinin ilanını veto eden Rusya idi. Peki o Rusya ile bu Rusya aynı Rusya mı?
Bence değil ama Pile olayları meselesinde Güvenlik Konseyinin oybirliği ile aldığı kınama kararına imza atan Rusya ile kuzeyde konsolosluk açıp etkinliğini artıran da aynı Rusya. O iş karışık yani.
Bunun dışında Kudret Hocanın işaret ettiği diğer bir nokta ise, eğer Türkiye’nin açıkladığı ‘KTD’yi tanıtacağız’ meselesi başarısız olursa, “imzalanacak olan yeni bir antlaşma ile KKTC’nin dışişlerini artık Türkiye mi yürütecek?” şeklindeki soru.
Bu da akıllara, Tahsin Ertuğruloğlu’nun 2-3 yıl önce ortaya attığı ‘Monaco modeli’ tartışmalarını getiriyor. Bunun bir de Erhan Arıklı’nın arzuladığı ‘Nahçıvan modeli’ şekli var.
Yani anlayacağınız elimizde bir sürü soru ve bir sürü belirsizlik var.
Bunun dışında, evet, biliyorum, çok uzattım ama konunun çok farklı, çok değişken ve çok derin mevzuları var. O yüzden geniş ölçekte yazmaya çalışıyorum.
Şimdilik burada bırakıyorum. Yeri geldiğinde tekrardan bu konuya değiniriz diye düşünüyorum.
Belli ki bu konu birtakım pazarlıkların yaşanmasından dolayı gündeme getirildi. Özellikle de BM temsilcisi konusu yüzünden.
Sahi, o konu ne oldu acaba?
Onu da ayrı bir makalede irdeleriz…
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.