Bir kez daha Cenevre...

Yayın Tarihi: 12/02/25 07:30
okuma süresi: 8 dak.

“Geldiydi, gelecekti, geliyordu” derken en nihayet geçtiğimiz Pazar günü adaya ayak basan BM Genel Sekreterinin Yardımcısı Rosemary DiCarlo, ertesi gün önce Ersin Tatar, ardından da Nikos Hristodulidis’le görüştü.

Görüşmeler sonrası basına konuşan DiCarlo, verimli toplantılar yaptığı söylerken, taraflarla gelecek ay Cenevre’de yapılacak çok taraflı konferansla ilgili görüş alış-verişinde bulunduğunu da söyledi.

DiCarlo’nun vermediği bombayı patlatmak ise Ersin Tatar’a düştü.

Görüşme sonrası muhatapları gibi basının karşısına geçen Tatar, Cenevre’de yapılacak konferans için 17-18 Mart tarihine onay verdiklerini açıkladı.

Böylece uzun süredir speküle edilen ancak bu köşenin takipçilerinin bayağı önceden bildiği tarih ve yer teyit edilmiş oldu.

Yani kısacası, 30 Nisan 2021’de Cenevre’de sonuçsuz biten zirvenin 4 yıl kadar sonrasında, bir kez daha yeni bir süreç ihtimaliyle yine aynı kente dönüyoruz.

Kıbrıs sorunu tarihine bakıp ‘kaç kez Cenevre’nin yolunu tuttuk?’ diye soracak olursanız, buna ‘Cenevre-Lozan arasında otobüs şoförlüğü yapan ortalama bir İsviçreli kadar’ diye dalgacı bir cevap da verebilirim.

Fakat durum sırf böyledir, tarih Cenevre’nin karlarına gömülen Kıbrıs sorunu çözüm müzakereleriyle doludur diye enseyi dibelik karartacağız anlamı da çıkmaz. Ancak şu an elimizdeki karne kırık notlarla doludur.

Tatar ile Hristodulidis birlikteliği, 2 yıl önce Rum liderin seçilmesiyle başladı.

Aradan geçen  zaman zarfında bu ikili toplamda bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar bir araya geldi. Çok az olumlu işe imza atttı. En sonra yeni sınır kapıları konusunda da başarısız olundu.

Bunları düşününce Tatar-Hristodulidis ikilisinin tarihin en başarısız ikilisi olduğunu düşünmek gayet mantıklıdır.

Yani düşünün, en zor ikili olduğu düşünülen Denktaş-Makarios’un doruk anlaşması, Denktaş-Kiprianu’nun ikinci doruk anlaşması, Eroğlu-Anastasiadis’in 11 Eylül belgesi filan varken, bu ikilinin hiçbir başarısı veya sınır kapısı yoktur.

Haliyle böylesi kısır bir ilişkiden bebek beklemek, katırdan sıpa beklemek kadar nafile bir çabadır diyebiliriz.

Fakat bu yazdıklarımı ‘Kıbrıslı bir çözüm arama’ tadında ifadeler olarak alabilirsiniz zira tarih bu romantik çözüm modelinin cesetleriyle doludur demek de mümkündür.

Kuşku yok ki Kıbrıs sorunu uluslararası bir sorundur ve çözüm masası da uluslararası platformlardır, Lefkoşa Havalimanı yakınlarındaki BM barakaları toplantıları değildir.

Bu yüzden de dün basının karşısına dikilip, 15 Ekim sürecinin aslında müzakerelerin 2017’de Crans Montana’da kaldığı yerden yeniden başlaması amacında olduğunu söyleyen Rum liderin “uluslararası konferans pozitif bir adımdır” ifadelerine dikkat vermek gerekmektedir.

Bu ifadeler, yukarıda ortaya koyduğum uluslararası sorun ifadeleriyle örtüşmektedir.

Bu ifadeler dışında -ve basının ısrarlı soruları karşısında- DiCarlo görüşmesinde, müzakerelerin kaldığı yerden devam etmesi için 5 maddelik bir öneri paketini de sunduğunu teyit eden Hristodulidis’e, yine DiCarlo görüşmesi sonrası “oraya iki devletli çözüm formülüyle gidiyoruz” diyen Tatar’ın ifadeleri de hatırlatıldı.

5 maddelik teklifinin ne olduğunu henüz bilmediğimiz Rum liderse bu ifadeleri kendisinin de duyduğunu söyleyerek, “bunlar her gün duyduğumuz şeylerdir” dedi.

Bizim her gün duyduğumuz şeyse, iki taraf arasında herhangi bir zeminin olmadığı gerçeğiyle, bir tarafın olmayacak iki devletli çözüm formülünü, diğer tarafın ise biraz da muhataplarının karşı çıkması nedeniyle şüpheli mahlası iliştirilmiş bir şekilde federal çözümü savunduğu durumudur.

11.yılını dün andığımız ve Crans Montana sürecinin başlangıç noktası olan 11 Şubat 2014 belgesi, ortak bir zeminde federal çözümü öngörüyordu.

Şimdilik adına ‘15 Ekim süreci’ dediğimiz sürecinse olgunlaşıp, gerçek bir sürece dönüşüp, dönüşmeyeceğini dahi bilmiyoruz.

Bundan daha ötesi, belki de Kıbrıs müzakereleri tarihinde ilk kez ortada herkesin uzlaştığı bir çözüm modeli dahi olmadan bir konferansa gidiyoruz.

“Anlaşarak gittik de ne oldu?” diyenleri duyabiliyorum.

Ama esas mesele tam da bu soruda gizlidir.

Çünkü bizim kendi aramızda anlaşmamızdan ötede, başkalarının da kendi aralarında anlaşması gerekmektedir. Yani böyle ‘göklerden gelen bir emir vardır’ tadında bir uzlaşıdan bahsediyorum.

Uluslararası platformlar tam da bunun için gereklidir ve yukarıda saydığım olumsuz olgulardan bağımsız, tekrardan Cenevre’nin yolunu tutmak üzere olmamız illa ki umut vericidir.

Tam da bunun için, bütün saydığım bu olumsuz durumlara, 15 Ekim’de verdiği ev ödevlerinin yapılmamasına ve bir sınır kapısı dahi açılmamasına rağmen, yine de inisiyatif alıp bu konferansı çağıran BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in “bir bildiği illa ki vardır” demek istiyor ve diyorum.

Göreve geldiği 1 Ocak 2017 gününün daha ilk haftasından itibaren Kıbrıs sorunuyla karşılaşan ve inisiyatif alan Guterres’in, görev süresi bitmeden bu kadim sorunu bitirebilecek dahiyane bir formülü olabileceğine dair umudum  da yok değil, vardır.

Crans Montana’da ortaya koyduğu çabayı ve kararlığı da düşününce, buna olan itimadım daha artmaktadır.

Ancak bunun dışında bir ihtimal daha oracıkta durmaktadır. O da Genel Sekreterin pes etmesi ve çözümsüzlüğü ilan etmesi tehlikesidir.

Geçen yıl yaz aylarında adada görev yapan yabancı bir misyonda önemli görevde bulunan bir dostum, Genel Sekreterin, Kıbrıs sorunuyla ilgili canının çok sıkkın olduğunu ve tarafları son bir kez daha bir araya getirip, anlaşmadıklarını teyit edip, sonra da çözümsüzlüğü ilan etmeyi düşündüğünü bana söylediğinde yaşadığım şoku hala daha endişeyle hatırlıyorum.

Cenevre toplantısı bunun için mi yapılıyor dersiniz?

Buna cevabım “inşallah öyle değildir” şeklindedir.

Genel Sekreterin mandası, kendisine Güvenlik Konseyinin koyduğu mandadır. O manda da geçmişte oy birliğiyle alınan onlarca kararda yazdığı gibi “iki bölgeli, iki devletli, siyasi eşitliğe dayanan bir federal çözüm” modelidir.

Dolayısıyla iki devletli çözüm tezi, BM Güvenlik Konseyi kararları değişmediği sürece, BM’nin ön ayak olabileceği bir model değildir.

Fakat dünyada federal çözüm modeli adı altında çok değişik yönetimler mevcuttur.

ABD’nin eyalet sistemi bir federal modeldir, Almanya’nın sistemi de benzerdir. Ama adına ironik bir şekilde ‘İsviçre Konfederasyonu’ denilen İsviçre modeli, neredeyse bin yılın sonunda oluşmuş evrimsel bir federal modeldir.  

Pek tabii ki ortaya Kıbrıs modeli diye bir model atılıp, güçlü kurucu devletler üzerinden gevşek bir model oluşturulabilir.

Burada esas konu güvenlik ve garantiler başlığının nasıl kapatılacağı konusudur.

Eğer bu başlıkta taraflar ve garantörler ya da uluslararası toplum arasında bir konsensüs oluşursa, Kıbrıs sorunu o dakika, oracıkta çözülür.

6 Temmuz 2017’de çözümün kıyısına gelinmesinin en büyük sebebi, o güne kadar görülmemiş bir şekilde masaya gelen bu başlıktır.

O yüzden konunun Kıbrıs’taki taraflar arasından ziyade, gayriresmi de olsa, uluslararası bir konferansta masaya yatırılması küçümsenecek, hafife alınacak bir şey değildir.

Tabii ki bütün bunları önümüzdeki haftalar ya da aylarda daha iyi anlayacağız...


Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Kıbrıs Postası’nın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Gözden Kaçmadı
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.